Sevinç Erbulak: Selam yönetmenim…Normalde soruların sayılarının seçimini karşı tarafa bırakıyordum ama süremiz birazcık az olduğundan ben sana bir potpori yaptım, bizim oyunla başlayacağı: Emre Koyuncuoğlu ve Haldun Taner “Devekuşlu Kabare”. Nasıl oldu bu? İnsanlar duyduklarında şaşırıyorlar genellikle, ben de oyunumuzun yolculuğunu sana, oyuncusu olarak soruyorum…
Emre Koyuncuoğlu: Öncelikle tamamen bir saygı duruşu… Çünkü bizim için çağdaş tiyatronun en önemli değerlerinden, en önemli yazarlarından, tiyatro insanlarından biri Haldun Taner. Bu ülkede tiyatro yapan bir insanın yeniden dönüp dönüp baktığı, düşündüğü ve o günün tiyatrosuyla gelenekseli, tarihi bir arada konuşturmak üzerine düşünmeye başladığında neredeyse bir kapı kilidi… Evet, şimdiye kadar hiç böyle bir şeye kalkışmamıştım ama çok hoşuma gidiyor, çünkü öğreniyorum; daha önce cesaret edemezdim, Engin Alkan sağolsun. Onun önerisiyle oldu, fikri çok beğendim; bugünün diliyle bugünün seyircisi için yeniden Haldun Taner’e ‘başka türlü bakabilir miyiz?’ diye sorduğumda araştırmaya başladım. Kolaj yapmak istedim; çünkü kendisinin farklı açıları var düz yazılar yazan bir yazar olarak, gazeteci olarak, oyun yazarı olarak, hikaye anlatıcısı olarak; aynı zamanda anıları, anlatıları, denemeleri… Aynı zamanda tiyatro kurulması ve tiyatroda bir dil oluşturulması ve buranın kabaresinin dilinin oluşturması gibi bir çok katmanı var… Bütün bu katmanları yine birlikte anlatabilir miyim diye bir işe soyunmak istedim. Evet, risk aldım; ama bu riski öğrenme adına ve yeni bir şeyler deneme adına aldığımı düşünüyorum. Şehir Tiyatrosu da sağolsun, bunu desteklediler ve inanılmaz iyi oyuncularla çalışıyorum, o konuda çok şanslıyım. Çünkü birlikte aramak, araştırmak, tartışmak, inanmak çok önemli.
S. E.: Biz de sahne provasından önce uzun uzun konuştuk, değil mi?
E. K.: Zaten metnin ilk kabaca kolajlanmış biçimi geldikten sonra oyunculara göre yeniden düşündüm; kesmeler oldu, eklemeler yaptım, oyuncuları dinledim. Aslında yarı-belgesel tadı olacak anlatırlarda, yarı-kabare… Haldun Taner’in bütün oyunlarından hatıralar…
S. E.: Onu çok soruyorlar; “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı” mı oynuyorsunuz diye soruyorlar. Ben de senin ağzından ‘farklı izlekleri olan bir oyun’ diyorum. İstiyorsan ondan da bahset, yani hangi oyun ne kadar neresinde duruyor bu kolajın?
E. K.: “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı”nı merkeze koydum; ama buralardan dallandırdım öyküyü. Çünkü “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı” Türk tiyatrosunun dönüşme biçimlerini ele alıyor; nasıl kendi kendine dönüştüğü, neler olduğu, farklı dönemlerde Türk tiyatrosunda dil, üslup, oyunculuk biçimleri, seyirciyle ilişki gibi farklı açılardan farklı dönemleri arka arkaya koyarak aslında bu toprakların tiyatrosunun arayışını sorguluyor. Tam da bizim yeniden o sorudan başlayıp bu toprakların tiyatrosunu bugün de ‘hadi bize el ver Haldun Hoca, biz de buradan bir daha bakalım ve soralım’ dediğimiz bir noktadayız. Bunu araştırırken aslında “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı” provası yapılıyormuş gibi bir noktadan ele aldım; çünkü orada da bir Moliere uyarlamasının provası yapılır. Böylelikle hem Haldun Taner’in oyunlarına selam çakıyoruz, hem de belli yerlerde bir açılma yaparak oyunu katmanlandırıyoruz. Bu katmanları da öylesine seçmedim; tamamen oyuncu karakterlerinin kendi arka bahçeleri gibi, onlara ait olan dünya gibi kurguladım. Yani çalıştığım oyuncular üzerinden bağladım.
S. E.: Evet, çünkü bize öyle bir rapor verdin. Bizi dinledikten sonra senin bakış açınla nasıl göründüğümüzle ilgili bir rapor verdin. Ben hayatımda ilk defa böyle bir çalışma yaşadım.
E. K.: Sevinç mesela, aynı zamanda kendisinin de bir tarafını oynuyor, bu taraf da
“Sersem Kocanın Kurnaz Karısı”nda Sotenville varken, bir tarafında da Naciye var; o kimliğin evde ya da sokakta yürürken Naciye olması ama sahneye çıktığında Sotenville olmasını düşündüm. Yani oyuncular üzerinden, oyuncuların etrafında Haldun Taner’in diğer oyunlarından parçalar koyarak oyuncuların bir tipten ya da karakterden daha da derinleştirerek bugünün kimlikleri olarak tanımlamaya çalıştım.
S. E.: Ben sorduğum bütün soruların cevabını biliyorum da, okuyucularımız da bilsin istiyorum Emre Koyuncuoğlu’nun en sevdiği yazarlar kimlerdir? Hem tiyatro yazarları, hem de yeni kitabını okumaktan heyecanlandığın diğer yazarlar kimlerdir?
E. K.: Keşke bunu sormasaydın.
S. E.: Neden?
E. K.: Ben edebiyat mezunuyum, seçemem ki… Hmm, çağdaş Türk kadın yazarları çok seviyorum ve hiç kaçırmam. Hiçbirini ayırt etmeyeceğim, gerçekten kendi dönemimden hem şairleri, hem yazarları takip ederim, okurum; çünkü ister istemez çok yakın buluyorum tabi ki.
S. E.: Mesela Sema Kaygusuz benim çok severek okuduğum çağdaş yazarlardan biri.
E. K.: Şebnem İşigüzel mesela, Aslı Erdoğan, Bejan Matur; hepsi ama hepsi… Klasikleri saymıyorum bile Ama mesela tiyatroda Çehov’a ayrı bir ilgim vardır.
S. E.: Belki bir gün yapar mıyız beraber? Ben artık Çehov çalışmayı çok istiyorum, bugüne kadar hiç olmadı, hep okulda kaldı ama bunu seninle tecrübe etmeyi çok isterim, hangisi olursa.
E. K.: Çok isterim. Çehov için deneyim kazanmayı beklemişimdir ben de; hiç el atmadım, atamam diye düşündüm. Ama isteyemedim de, korktum çünkü. Ama duygusu çok yakın gelen bir yazar Çehov…Tabi bir sürü yazar var… En son Orhan Pamuk mesela; onunla aşk-nefret ilişkisini sorgulamak gibi garip bir ilişkim var, bir yazar olarak. Zaten edebiyat benim işlerimle çok iç içe; edebiyat bence tiyatronun beslenme damarı, tiyatronun edebiyatsız olması mümkün değil. Ama sırf edebiyat da değil tabi ki tiyatro, tiyatro bence en güçlü sanat dalı; eğer gerçekten sanat olarak tanımlanarak çalışılırsa tabi. Bir formasyon ve iş olarak herkes çalışabilir, öyle bir tiyatro da var ve işler çok güzel ama benim hayalimdeki tiyatro, bütün sanatlardan beslenen bir sanat…
S. E.: En kıyak özelliğin nedir? Yani, bunu sana birileri de söylüyor olabilir, sen de farkında olabilirsin… Ben biliyorum mesela sende ne olduğunu, ama sen ne düşünüyorsun?
E. K.: Bilmiyorum, ben kendimi hiç kıyak hissetmiyorum… ( uzun uzun düşündükten sonra buldu ) Vermeye çok açığımdır…
S. E.: Benim de cevabım buydu….
E. K.: Birisi bir şey istediği zaman bin tane öneri getirebilirim, şöyle de olur, böyle yaparsan o da olur diye, istemediği kadar verebilirim belki de (gülüşmeler).
S. E.: Bir noktadan sonra kıyak kelimesi aslında aşıyor anlamını…
E. K.: Çünkü yetmez hani, bir fikir bir fikri daha getirir…
S. E.: Peki, şimdi fantastik bir soru; bunu sormayı çok seviyorum – çünkü Esra Bezen Bilgin’in cevabını hiç unutmuyorum mesela o kadar röportaj içinde -, bir kere daha dünyaya gelecek olsan ve bunun bilincinde olsan ve bu sefer her şey senin istediğin gibi şekillenecek olsa, dünyanın neresindesin, kimsin ve ne yapıyorsun?
E. K.: (Derin bir sessizlik ) Şimdi söylemek istemiyorum (derken kocaman bir kahkaha attı Emre ve ben de ‘niye?’ diye sordum) Şöyle bir insan olduğumu düşünüyorum; zaten istediğim şeyi, istediğim hayatı kendime var edebilmek için çok mücadele ettim; o yüzden o hayatın çok uzağında durduğumu sanmıyorum.
S. E.: Bu çok güzel bir cevap, ilk defa böyle bir cevap duyuyorum.
E. K.: Tabi ki hayatın gerçekleri var falan filan; ama ben mutlu bir insanım, bu yüzden çok uzağında durduğumu zannetmiyorum. Ama bunun dahasını da düşünmeye utanıyorum (‘benim için düşün lütfen’ dedim tabi ki ben de)… Yani biraz daha olanaklı olsaydım; çünkü ben memur bir aileden geliyorum, Türkiye’de sanatçı olmak, memur aileden gelen biri için biraz kasıyor – özellikle de bir kadınsanız – biraz daha olanaklı olsaydım şu anda yaptıklarımın daha olanaklı olanlarıyla daha rahat şeyler yapardım. Bir de daha çok çocuk yapardım.
S. E.: Esra’nın da cevabıydı bu!
E. K.: Yalnızca çocuk değil ama; daha çok beslenirdim yani…
S. E.: Sen hem alternatif sahnelerde, hem de kurumlarda oyunlar yönettin ve yönetmeye de devam ediyorsun. Aralarında fark var mı (bence var) ve varsa neler bunlar sence bir yönetmen olarak?
E. K.: İki şekilde cevap verilebilir bu soruya: Hiç fark yok diyebilirim; çünkü biz Türkiye gerçeğinde tiyatro yapan insanlar grubuyuz, azınlığız. Gerçek dışı şeyler yaparak varoluyoruz; bu yüzden hiçbir farkı yok. Bunu söyledikten sonra, tabi ki çok büyük fark var diyeceğim içine girince; tamamen bağımsız çalışmak çok mutlu ediyor beni. Çünkü gerçekten derinleşebildiğim bir şey oluyor, istediğim sanatçılarla çalışıyor olmak; çünkü ben sanatçılarla çalışmayı seviyorum. Bu yalnızca sahne üstünde değil, sahne arkasında da; sinemacılarla çalışabiliyor olmak, iyi kameramanlarla çalışıyor olmak, tasarımcılarla, görsel sanatçılarla, müzisyenlerle çalışıyor olmak… Şu ana kadar hep çok iyi sanatçılarla çalıştım, çok mutluyum bu yüzden. Kurum tiyatrosunda belli noktalarda oto-sansür noktasına geliyorum, böyle bir farkındalığım oluyor ne yazık ki. Çünkü bir yandan da seyirciye göre tiyatro yapmayı çok önemsiyorum; kurumların belli bir seyircisi var, bu seyirciyi de tokatlamaya çalışma derdinde değilim. Seyirciyi çok boyutlu tatmin etmek üzerine – sorgulama, düşünsellik, politik ve estetik tavır gibi – çok anlamlı bir şeyler vermek üzerine baktığım için, kurumsal tiyatroda seyircisini gözetiyorum. Ama bu, bir sansür getirmiyor yaptığım şeye; yine de ister istemez sırtımda o kurum tiyatrosunun ağırlığını hissediyorum.
S. E.: Ben de aynı şeyleri hissediyorum.
E. K.: Evet, bu oyuncuda da var. Kurum tiyatrosunda çalıştığın bir oyuncuyla kurum dışında da çalıştığında onlarda da fark görüyorsun. Kurum tiyatrolarında ister istemez bir ağırlık var; bilinen bir yapı var ve o yapının hareket ettirilmesi çok güç. Çok sert ve dili benim kullanmayı tercih etmeyeceğim bir dil diyebilirim. Ama kurum tiyatrosunda iş yapmak çok önemli. Her zaman savunduğum gibi; hem içeride, hem dışarıda olmalısın. Hem içerisinin merkez olarak tanımlanma biçimlerini sorgulamalısın, hem de dışarıya kaynak sağlama özelliklerini taşımalısın. Ikisinin sürekli trafiğinde besleniyor aslında sanatçı. Ve de her anlamda çok zor koşullarda iş yapıyoruz. Bir kadın olarak da, sanatçılar olarak da, tiyatrocular olarak da çok zor koşullarda çalışıyoruz. Hala belli kalıplar üzerinden bir şeyler üretmeye çalışıyoruz; bunun da sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Kolay olanı tercih etmiş ve buradan iş üreten insanların kızgınlığını da çok iyi anlıyorum; çünkü tiyatro yapmak isteyen bir sanatçı için çok zor bir ülke burası. Tabi ki daha iyi şeyler olsun istiyorum.
S. E.: Sıradaki sorunun tam da zamanıymış; 2 Kasım sabahı bu zor ülkede nasıl bir sabaha uyanmak istiyorsun?
E. K.: İnsanların tercihlerine saygı duyulan bir ülkeye uyanmak istiyorum. Öncelikle tercihlerin korunabildiği, kollanabildiği ve bu tercihler üzerinden herkesin birbirinin elini sıkabildiği, kabul edebildiği, barışık – biraz uçuk mu geldi bilmiyorum ama, şimdi barışık dediğimde biraz içim acıdı çünkü – bir ülkeye uyanmak isterim, eğer hayalse bu.
S. E.: Belki uyanırız… Pekiii yaptığına ve yapamadığına şaşırdıkların var mı? Sadece mesleki olmayabilir. Bunu ben nasıl yaptım yahu dediklerin ?
E. K.: Maraton yüzdüm ben, yüzücüydüm; ama her maratonu bitirdiğimde nasıl ve niye yaptığıma gerçekten şaşırmışımdır. Bir de, yüksekten çok korkarım ben; ama bir şelaleye tırmandım. Biraz da korkumu yenmek içindi ama ortasında ‘niye yapıyorum ben bunu?’ diye sormuştum korkumdan.
S. E.: Çınar’ı yaptığına şaşırıyor musun?
E. K.: O, bir mucize benim için. Doğduktan sonra onunla ilk karşılaşmamda hemşire ‘dokunun’ dedi, elimi yanağına değdirdim ve o kadar yumuşaktı ki, ona bir zarar verirsem diye çok korktum. Dokunmaya bile kıyamadım ve yüzüne baktım, hiç unutamayacağım bir şey oldu o ilk karşılaşmada. Hayatım boyunca aslında kendimi çok da dişi hissetmemiştim doğurganlık anlamında; ama doğduktan sonra Çınar’ın kucağıma geldiği ilk ana kadar bile onu emziremeyeceğimi düşünmeme rağmen 13 ay emzirdim! Bak bu da inanamadığım şeylerden biridir. Tabi ki kendi kadın kimliğime çok başka bir bakışım oldu ondan sonra.
S. E.: Müstehak… Bu, yeni sezonun 2. sayısı olacak Kasım sayısı. Nasıl buluyorsun? Yani bu niyeti çok sevdiğini düşünüyorum zaten ama Tiyatro(Hâl)’in geleceğe böyle yazılı bir şey bırakma arzusu hakkında ne düşünüyorsun?
E. K.: Ben Müstehak ile Tiyatro(Hâl)’de tanıştım. Orada biz “Bedel” oyununu oynuyorduk. Bir ara o ayın en iyileri arasında yazılmıştı hatta “Bedel”, ben de bunun için o sayıyı alıp saklamıştım. Dergiyle ilişkim önce öyle başladı. Sonra buldukça, gördükçe bakar oldum. Çok büyük bir hareket olduğunu düşünüyorum; çünkü bir kere ücretsiz bilgilendirme, müthiş bir şey. Çok gönülden olduğunu düşünüyorum. Bir de tiyatro dergisi zaten kaç tane var, yok ki! Var ama o anlamda büyük bir zenginlik olduğunu düşünüyorum.
S. E.: Ben de. Özellikle sonrası için.
E. K.: Aynen. Bir de alternatif bir sesin olduğunu arada hatırlatabiliyor olmak çok güzel. Çünkü genel geçer şeyler, yazılan tarih hep otoritenin sesi oluyor. O anlamda başka bir tarihin yazılabilirliğini sağlamak müthiş bir şey, çok değerli.
S. E.: Eğer en güzel oyun henüz yönetmediğin oyunsa, böyle bir şey varsa, nedir o oyun ve o oyunda kimlerle çalışmak istersin?
E. K.: Aslında birkaç oyun var aklımda henüz yapmadığım ama öyle çok yükseklere koymadım. Kimlerle çalışmak isterim? Sanırım bu konuda biraz amatörüm, sevdiğim insanlarla çalışmak isterim. Çünkü benim için bir insanı sevmek duruşuyla, algısıyla, emeğiyle, birarada olma biçimiyle beraber çok katmanlı bir şey. O yüzden sevdiğim insanlarla olsun istiyorum çünkü sevdiklerinle üretebiliyorsun. Her çalıştığım oyunda çok seviyorum herkesi, yoksa zaten iş üretemiyorum. O anda oluşmuş ekip, benim için o anın en önemli ailesi. Bir de bu ailenin dönüşebilecek ve değişebilecek bir şey olduğunu düşünüyorum. Bunu da çok seviyorum. Benim kalıplı bir ekip anlayışım yok; zaten bir tiyatrom da yok. Kumpanya çok daha geniş bir ifade bence. Her yer tiyatro, her yer oyun alanı ve her şeyden oyun çıkar ve her şekilde oyun yapılır; benim tiyatrom böyle bir tiyatro. Tiyatro çünkü bir temel fikir, birarada olma enerjisi, o insanların birarada bir şey söyleme ihtiyacı ve tamamen sanatsal öneriyle birlikte şekillenmiş bir hareket; bu bir aile olmalı, ama iyi ve temiz anlamıyla bir aile. Sosyolojik ve kavramsal bir tanımlama biçimiyle aile olmak değil; benim için aile olmak, belli ahlaki doğruları beraber götürebilme gücü ve sevgiyi oluşturabilmek demek.
S. E.: Son sorum, Çınar. Çınar, Emre’nin oğlu… Çınar’ın nasıl bir adam olmasını istiyorsun? Bekliyorsun değil, çünkü bence biz çocuklarımızdan bir şey beklemiyoruz, sadece hayal ediyoruz. Senin hayalinde yani, onun nasıl bir yetişkin olmasını istiyorsun?
E. K.: İyi bir insan olsun, barışık bir insan olsun, sevgi dolu olsun, hakkaniyetli olsun, vicdanlı olsun; başka hiçbir şey istemiyorum. Bir de kendini tabi ayakta tutabilecek güçte olsun; yaşayabilir ve mücadele edebilir güçte olsun, başka hiçbir şey koymuyorum. Bunlar olursa benim için mutluluk ve gururdur.
S. E.: Teşekkür ederim canım…
E. K.: Ben teşekkür ederim.

1.169