#NedenAtıldıkHaberler

İrem Arslan: "Bir Röportajın Anatomisi" Adlı Oldukça Uzun Edebi Çalışmam

“Bir Röportajın Anatomisi” Adlı Oldukça Uzun Edebi Çalışmam
Önümde sabahın köründe gözümü açar açmaz karşıma çıkan bir röportaj var. Sanırım sabahtan beri yirmi kere filan okudum. İlk birkaç okumamdaki izanımdan ve zeka seviyemden şüpheye düşüp, hal-i hazırdaki yönetmenim, ayrıca söyleşide adı geçen meslektaşım, ağabeyim olan Kemal Kocatürk ile de “şimdi ben anlamamış olabilirim, bi de sen geri zekalıya anlatır gibi bana anlatsana” diyerek içeriği irdeledim. Zira okuduklarım insan aklının sınırlarını zorlayan cümleler silsilesi olmakla birlikte, bütününde çok da düşündüğüm gibi bir anlam ifade etmiyor olabilirdi. Yok, şükür ki öyle değilmiş, çoğu şeyi gayet de güzel anlamışım, demek ki süreç, zekamda bir gerilemeye sebep olmamış. Bu iyi bir şey. On iki yıldır bünyesinde olduğum kurumumda “ahlaka aykırı hareketlerde bulunduğum iddiasıyla” ve fakat bu hareketlerin ne olduğunu, tebligatlarımızı almamızın üzerinden altmış gün geçmiş olmasına rağmen hala bilmeyen (öyle ya, kurumdaki statümüz gereği Arda ve ben bu madde üzerinden sorgulanıyormuşuz, düşünüyorum düşünüyorum bulamıyorum, biz bi evlendiydik acaba o mu ahlaka aykırı bir durum oluşturdu, halbuse yetkili bütün mercilere de haber verdiydik evlenirken – gerçi imam nikahımız yoktu, bana bak ondan çıkmasındı bütün bu tantana – , ay sonra bi de maalesef ayrıldık, ki onu da yetkili tüm mercilere haber verdik orada da bir sıkıntı yok, evlenmemiz miydi ahlaka mugayyir olan yoksa boşanmamız mı, belki de ayrılmış olmamıza rağmen hala görüşüyor olmamız can sıkıcı bir durum teşkil etmiştir bilemiyorum ki, büyüklerimiz daha iyi bilirler tabii, ama yok küsmedik yahu, valla seviyeli seviyeli görüşüyoruz, yeminlen bak, ööle telefonda işte, arada da karşılıklı ama valla şimdi bilemedim gene bak insanın aklı karışıyor ister istemez, neyse dağıttım konuyu), bir de bonus olarak “terörist” olma şüphesiyle görevinden açığa alınan altı meslektaşımdan biri bir ölümlü olarak, akli melekelerimi yitirmeye başlamam an meselesi olabilir zira. Bu yalnızca kendim için değil, etrafım için de büyük sıkıntı yaratabilir ayrıca falan, filan… Evet.
Şimdi çoğunuzun malumu dün tiyatromuz – 102 yıllık çınarımız Şehir Tiyatrosu – çok fiyakalı bir basın toplantısıyla sezon açılışını ilan etti. Esma Sultan Yalısı‘nda verilen bir sabah kahvaltısı ile bu sezon oynanacak oyunlar falanlar filanlar, iyi dileklerle, hayır dualarıyla, bol alkış temennileriyle ilan edildi. Birlikte oyun oynadığım arkadaşlarımı, yalıda mutluluk pozları verirken görmek, beni ihya etti, söylemeden geçmeyeyim, hepsine tek tek ve toplu olarak çok güzel bir sezon dilerim. Zaten her şey güllük gülistanlık olduğu için, böyle bir dilekte bulunmam herhalde abes kaçmaz. On iki yıl bilfiil çalıştığım kurumda, kısa bir dönem birim sorumluluğu görevi dahi yürütmüş biri olarak, hayatımda hiç bu basın toplantılarına davet edilmedim ben. Yok be yahu, üzülmüyorum buna, sadece merak ediyorum, davet edilme “kriterleri” nedir diye. Her şeyin bir kuralı kaidesi var elbet. Kimin neye göre davet edildiğini bilmediğim için, “sadece soruyorum”. Yanlış anlaşılmasın. Valla boğaza nazır bir kahvaltıya hayır demezdim şahsen, açığa alındığımız için belki açık büfeden faydalanamazdık da tabldot getirirlerdi ne bileyim işte. Neyse. Yine dağıttım.
Geleyim şu sabahtan beri dönüp dönüp okuduğum röportaja. Sevgili Ezgi Atabilen, dün basın toplantısında Şehir Tiyatrosu Müdürü Salih Efiloğlu ile kısa bir söyleşi yapmış belli ki. Aşağıda nasılsa paylaşıyorum, oradan da satır satır takip edebilirsiniz arzu ederseniz. Benim o açıklamalarla ilgili merak ettiğim bir ton şey var.
Misal, Ezgi “kurum sanatçılarının sosyal medya paylaşımlarının dosyalar halinde tutulup tutulmadığını” sormuş, Salih Bey diyor ki, “bizde kimsenin tweetinin peşine düşülmez…”, ben de diyorum ki, e biz bu dosyaları biliyoruz, Gezi’den beri tepemizde Demokles’in Kılıcı gibi sallandırılıyor bu dosyalar, hatta görevden alınan ve sonrasında on biri geri dönen arkadaşlarımız içinde bile bazılarının önlerine bu tweetlerin basılmış hallerinin konarak sorulduğunu biliyoruz. Zamanında alakalı alakasız bir takım isimler tarafından, bazı arkadaşlarımızın odalara çekilerek sözlü olarak uyarıldıklarını biliyoruz. “Bunu söylemek haksızlık” diye de eklemiş Salih Bey. Bunu söylemek mi haksızlık, olan bir şeye yok demek mi? Es. Es… Keman partisi girer…
Ezgi, “olmaz mı?” demiş, Salih Bey diyor ki, “Var mı? bilmiyorum. Ragıp Yavuz, Kemal Kocatürk ve Arif Akkaya hakkında açılmış soruşturma vardı, çünkü onların paylaşımları 100 yıllık kuruma uygun değildi”. E hani bizde kimsenin tweetinin peşine düşülmezdi? Bu üç isimin sosyal medya paylaşımları, kimsenin tweetlerinin peşine düşülmediği bir yerde nasıl ve ne şekilde soruşturma konusu olabildi? Ne bileyim, hani belki twitter muaftır bu takip meselesinden de “feys” değildir? Es. Diğer yaylılar katılır…
Salih Bey devam ediyor, diyor ki, “şu an o isimlerin tamamı mahkemede”, e ben biliyorum, mahkemede filan değil. O isimlerden biriyle her günümü provada geçiriyorum ben. Biliyorum. Diğer biriyle, açığa alındığım altı kişinin içinde olduğu için haberleştiğim mecralar var. E haberim var. Mahkeme falan yok. Alenen memuriyetini sonlandırdınız onun. Ne mahkemesi? Diğeri şehri terk etti emekliliğini isteyerek. Yani? Nefesliler girer…
Salih Bey aynı soru içerisindeki açıklamasında devam ediyor, “işten çıkartılan sözleşmeli çocuklardan on birinin herhangi bir kusuru olmadığı anlaşıldı ve geri geldiler”. E hani bunların performansı yetersizdi? Bahsi geçen “performans” sahnedeki performansları mıydı, sosyal medya mecralarındaki mi? Diyor ki gene, “on kişi kaldı şimdi dışarıda, onlarla ilgili çalışmalar devam ediyor”, hangi çalışmalar mesela? Performanslarını mı değerlendiriyorsunuz? Nasıl değerlendiriyorsunuz? Belli bir program mı verdiniz, günde kaç şarkı, kaç tirat söylüyorlar? Dans ve beden mi çalışıyorlar yoksa kendilerini savunmaya çalışırken basında çıkan lafları, programları, röportajları mı değerlendiriliyor kim olduğunu bile bilmediğimiz bir kurul tarafından? Klarnet solo…
Ezgi haklı olarak soruyor bunun üzerine, “geri alınmaları için çalışmalar diyorsunuz, neler yapıyorsunuz?” diye. Salih Bey diyor ki, “Dünyaca önemli bir sanat kurumu burası”. Biliyoruz, dün basın toplantısında da defaatle ifade ettiniz, Darülbedayi, Güzellikler Evi diye. Biliyoruz, evet, ee? “Kurumda kimsenin burnunun kanamasını istemedik, kanatmadık da”, e benim burnum kanadı. Benimle birlikte 1 Ağustos günü beş meslektaşımın da burnu kanadı, hatta ondan saatler sonra da yirmi bir meslektaşımın daha. E kanadı, gördüm ben. Hala da kanıyor. E kanıyor şimdi ne yapayım, “yok anam yok, kanamıyor” mu diyeyim?
Sonra hepimizin yüreğindeki ilk büyük yaraya getiriyor konuyu Salih Bey. “Bir Levent Üzümcü olayı yaşandı” diyerek. Ki Levent Üzümcü, bir “olay” değildir. Benim çok sevdiğim arkadaşımdır mesela, bence kimse Levent’ten ve yaşadıklarından “olay” filan diye bahsetmemelidir. Ayrıca Levent Üzümcü, bu memleketin tanıdığı bir sanatçıdır, ve öyle onurlu durmuştur ki hayatı boyunca, bir olaya indirgenemeyecek kadar büyük hacimde bir “tarihi utanç” olarak geçmiştir bu kurumun siciline ona yapılanlar. Devam ediyor Salih Bey, “Ben çok konuştum kendisiyle. (Ne konuştunuz mesela?) Kendi talebi böyleydi. (Nasıldı kendi talebi, gelip size “Salih Bey allah aşkına beni aşkla bağlı olduğum mesleğimi 19 yıldır şerefle icra ettiğim kurumumdan atın, hatta öyle bir atın ki memuriyete bir daha geri dönebilmem mevzu bahis bile olmasın, ve hatta temel hak ve özgürlüklerim açısından en doğal hakkım olan tüm hukuk yollarını da bir bir suratıma kapatın ki ben akıl sağlığım nereye kadar dayanıyor bir onu ölçeyim” mi dedi mesela Levent size?) Onun üzerinden prim yapmaya çalıştı, yaptı da.” (Efendim? EFENDİM? Prim derken??? Ha ihtiyacı vardı yani o şöhrete. Ha anlıyorum, ya canım ayol, yazık bi oyuncuydu kendisi çünkü, tırmalayıp duruyordu kendi kendine de bu sayede tanındı, maşallah, Allah razı olsun vesile olan herkesten).
Devam ediyor Ezgi, “sanatçıların geri alınması için ne yapıldığını söylemediniz” diyerek. Salih Bey buna şöyle cevap veriyor: “Ragıp Yavuz ve Kemal Kocatürk hariç, açığa alınanlar için olumlu yazılar yazdım.” Ben merak ediyorum mesela bunun üzerine, Ragıp Yavuz ve Kemal Kocatürk ne yaptılar size, bize, bu kuruma? Neden onlara olumlu yazmadınız mesela? Zaten onlarla ilgili olumsuz olan ne? Muhalif olmaları mı? Laflarını sakınmamaları mı? Ben bilmiyorum, gerçekten ondan soruyorum. Zaten laf sakınmamak da ne demekse, malum hukuk devleti ya burası, e herkes özgürce düşüncesini ifade edebilmeli öyleyse, öyle demiyor mu bütün hukuk devleti anayasaları? Ben mi yanlış biliyorum bilmiyorum ki? Ay çok kafam karışıyo hep benim yaa. Üfff. Dur, ne diyordum, hah, yine devamında diyor ki Salih Bey, “ikisi hariç diğer çocukların hepsine kefilim” diyor. Yani, benden, Arda‘dan, Sevinç‘ten ve Mahperi‘den bahsediyor diğer çocuklar derken. Gerçekten, kalpten teşekkür ediyorum. Ben şahsen, gerçekten, hiç bir saygısızlıkta bulunmamışımdır ne kendisine, ne de kurumuma. Vallahi billahi. Dalga geçmiyorum. Sağolsun, tebligatlarımızı alırken kendisi de bana bunu bizzat ifade etmiştir ayrıca. Şöyle bir anlaşma yapsak, zerre kadar haddim olmayarak ben ve üç meslektaşım, yani sizin ikisi hariç hepsine kefilim dediğiniz “diğer çocuklar” kefil olsak mesela biz Ragıp Yavuz ve Kemal Kocatürk’e, siz de bize kefil olduğunuza göre, dolaylı yoldan kefil olduklarınız kefil olmadıklarınıza kefil olsa, bu kefalet, kefaletini hiç bilmediğimiz değerlendiricilere bir kefalet sağlar mı? Ay, dur, kafam karıştı gene. Pardon. Neyse, bu paragrafın sonunu “işim olmamasına rağmen yaptım bunu” diyerek bitiriyor Salih Bey. Neyi işiniz olmamasına rağmen yaptınız Salih Bey? Sizden “ita amiri” olarak bizimle ilgili görüş istediler, siz de görüş bildirdiniz. E işiniz değilse niye bildirdiniz? Velev ki sizin işiniz değil peki, o zaman kimin işi bu? Bir önceki sorunun cevabında “ben 5 yıldır bu kurumdayım” diyorsunuz, biz altı kişinin sadece bu kurumda geçirdiği yıllara dönelim o zaman, en yeniden en eskiye sıralayayım, e ben 12, Arda 14, Kemal Abi 21, Ragıp Abi 24, Sevinç 25, Mahperi de 26 yıldır bu tiyatroda. Tekrar belirteyim, bu sadece Şehir Tiyatrosu çatısı altında geçirdiğimiz zaman. Siz bize kefil olup olmama kriterini neye göre belirliyorsunuz? Siz bizi demek ki 5 yıldır tanıyorsunuz. Onu da ne kadar tanıyorsunuz? Nasıl dört kişiye kefil olup kalan iki kişiye kefil olmama kararına vardınız? Gerçekten, bütün saflığım ve tertemiz merakımla soruyorum bu soruyu. Çünkü bu kadar hayatını bu kurumda geçirmiş insanları, 5 yıllık tanışıklıkla değerlendirmek bana biraz zor gelirdi mesela. Mesela yani… Piyano solo…
Ezgi soruyor; “nereye yazdınız?”, Salih Bey kısa ve net: “Mercilere…” Kim o merciler? Merci de değil, merci(ler). Biz mesela bizi kimin araştırdığını soruşturduğunu bilsek ne iyi olur, değil mi? Kimin başına gelse merak eder çünkü. İnsanız ya, o açıdan… Vurmalılar…
Ezgi ısrarcı, “Nereye ama?” diyor, Salih Bey “Yok” diye cevap veriyor, “bizim dışımızda o. OHAL var, o şeye girmem, mahçup olurum o zaman. Aramızda konuştuğumuz şeyler…” Ben merak ediyorum gene, nedir o bizim dışımızda olan? “Aramız” kim? Yahu, nedir, tiyatronun disiplin kurulu olabilir, belediyenin disiplin kurulu olabilir, OHAL valiliği bir kurul oluşturmuş olabilir, ne bileyim, anlamam ben pek bu işlerden, sonuçta kimse kimseyi öldürmedi değil mi, ama bir kurul var, bir merci var elbet, nedir ki bunun açıklanmasında bu kadar beis teşkil eden? Vallahi çok merak ediyorum ya! Es. Es. Es. Arp solo…
Ezgi devam ediyor, “Açığa alınanların isimleri pek çok kurum sanatçısının da düşündüğü gibi tiyatronun içinden mi bildirildi, yoksa dışarıdan mı geldi?”, güzel soru, çok güzel soru. Salih Bey diyor ki, “Tiyatronun içinden gelse, her gün çok ağır eleştiriler yapan arkadaşlar var bizde.” Nerede yapıyor arkadaşlarımız bu eleştirileri? Gelip bizzat idari birimlere sözlü olarak mı bildiriyorlar yoksa oradan buradan mı duyuyoruz yoksa sosyal medya hesaplarını mı takip ediyor ve oradan mı öğreniyoruz bu “çok ağır” eleştirileri?
Ayrıca meselemiz eleştiriler mi ki? Yani yaptığımız eleştiriler sebebiyle mi bu durumdayız biz? Hani ahlaka aykırı hareketlerdi, yahu ben de o kadar kafa patlattıydım ne yapmış olabiliriz acaba diye, bir de terörist olduğumuz şüphesi var, ki ona hiç girmiyorum, zira ne söyleyeceğimi bile bilmiyorum bu iddia ile ilgili. Neyse, o zaman başa dönüyorum, hani biz kimsenin tweetinin peşine düşmüyorduk? Salih Bey devam ediyor, “isim de veririm, vermiyorum”. Neden vermiyorsunuz? Biz de öğrenelim kim olduklarını ki eğer konu eleştiri – tarz – üslup meselesi ise, en azından bundan sonrasında bir maruzatımız olup eleştiri yapacak olursak standartları bilelim bence. Hepimize faydası olur hem, öyle ya. Tahta üflemelilere bakırlar giriyor…
Ezgi diyor ki, “Dışarıdan geldi yani. Peki, nereden?”. Salih Bey buna, “Onu söylemeye yetkimiz yok” diye cevap veriyor. “Nereden geldiğinden öte, bizim ne yapacağımız önemli” diyor. Yani neyle suçlandığımızın, nasıl itham edildiğimizin, neye göre bu hale getirildiğimizin bir önemi yok. Önemli olan “kurumumuzun” ne yapacağı. E ben kurumumun da ne yaptığını bilmiyorum ki, cebimde altmış gün önce elime tutuşturulan bir tebligat, yapılmayan maaş ödemeleri, aslı astarı olmayan ve birbiriyle ilgisiz iki adet gerekçe, hayırlı uğurlu bir sezon açılışı ve boğaz kenarında gülümseyerek fotoğraf veren arkadaşlarımdan başka hiç bir şeyim yok. Çalışmalar yapılıyormuş, ama onların da ne olduğunu bilmiyorum. Altmış gündür bekliyorum. Duruyorum. Ben hiçbir şey bilmiyorum yahu. Cahilim ben. Evet. Neyse dur, devam ediyor Salih Bey, “Bana görüş sordular, o iki kişi hariç olumlu görüş verdim. Diğerleri için isterlerse aynı şeyi yaparım.” diyor. O iki kişi hariç olumlu görüş meselesini önceki paragraflarda deştim, kendimi tekrar etmeyeceğim. Burada takıldığım tek şey diğerleri için istenirse onlar için de aynı şeyi yapacağını bildirmesi Salih Bey’in. Burada bahsi geçen “diğerleri”, kereste usulüyle tiyatromuzda sahneye çıkan meslektaşlarım. Kereste usulü derken, ihaleden bahsediyorum. Tiyatromuzda bir süredir, hatırı sayılır bir süredir, kadroya insan alınmadığından oyuncular için “ihale” açılıyor. ihtiyaç listesi: üç baş rol, yedi figüran, dokuz teknik eleman… gibi. Hani performansları düşük olduğu için işlerine son verilen 21 kişi vardı ya. Hani 11 tanesinin herhangi bir kusuru olmadığı anlaşılıp geri döndüler filan, hah, o hikaye işte. Zaten bence artık onlar için görüş istemesinler, onu o arkadaşlarımı üç dakikalık telefon görüşmesiyle “performansınız düşük, hoşçakalın” diyerek atarken düşünmemiz daha insani ve yerinde bir hareket olurdu bence. Ayrıca bunlar da var iyi kötü önceki paragraflarda, yormayın beni, hep benden beklemeyin, a aaa, dönüp okuyuverin tekrar rica ederim. Yaylılar, kreşendo…
Geliyoruz son soruya. Bitiyor, dayanın az daha. Ezgi diyor ki, “Açığa alınanların listesi nereden geliyor?”. Sahi, nereden geliyor? Bu listelerin şüyuu, yıllardır dolaşıyor. Dilden dile, kulaktan kulağa aktarılıyor, en az iki genel sanat yönetmeni öncesine kadar dayandığını düşünüyorum ben şahsen mesela bu listelerin Gezi dolayısı ile. Zaten listelemek ne, ne listesi, koyun muyuz biz ayol? Neyi listeliyorsunuz? Bizimki gibi bir kurumda, liste dediğiniz en fazla asılan kastlardaki “oynayacaklar listesi” olabilir, ne bileyim, aksesuar listesi olabilir bir provada çıkarılmış, turneye gidecek insanların listesi olabilir, falan. Yani olması gereken listeler bunlardır bence, bu “sakıncalılar” listesine tekabül eden rivayet nereden geliyor? Bu liste kaç kişi? Kimler gördü bu listeleri? Neden açıklanmıyor? Neye göre yapıldı bu listeler? A aaaaaa. Salih bey diyor ki bu soruya cevaben, “bilmiyoruz ki, OHAL var. Biz de bilmiyoruz. Zaten bilsek de onu söylemeyiz.” Yani ben bu cevaptan şunu anlıyorum ki, biz OHAL olduğu için hafıza kaybına uğradık, bunca zamandır konuşulan, bir kısım insanın gördüğü, bir kısım insanın gördüğünü iddia ettiği, neredeyse bütün tiyatronun da bildiği bu listeyi, biz artık bilmiyoruz. Ayrıca zaten, bilsek de söylemeyiz. Peki. Evet. Anlıyorum. Başka sözüm yok, hakim bey.
Bütün orkestra birleşerek yükselir. Kreşendo, kreşendo. Neredeyse kulakları sağır eden bir müziğe döner. Zirvede bırakır. Ve gong. Alkış, alkış, alkış, alkış.
Nihayet en sevdiğimiz…
Ve perde.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu