Iraz Yöntem / Yok-lama
Günlerdir düşünüyorum, “2016’nın ilk sayısı için ne yazacağım?”… Umudu yitirmeden, karanlığa prim vermeden… Öylesine zor ve acılı bir yılı geride bıraktık ki, iyilikleri ve güzellikleri samanlıkta iğne arar gibi hatırlamaya çalışır hâle geldik…
Oysa hiç unutmamamız gereken bir şey var: İnsanlık tarihi hep acılarla dolu! Ne yazık ki insanın doğasında var her şey. Belki de iyi ki var ‘her şey’; yoksa iyi ve güzel olanların değerini bilemiyor olabilirdik…
Evrendeki minicik dünyamızda kendimizi ne de çok önemli zannediyoruz… Oysa bizler, gelecektekilerin gölgelerinin üzerindeki toz parçacıklarından başka bir şey olmayacağız… Karanlıklar hatırlanmayacak renkler kadar… Biz ne kadar renklendirebilirsek yaşamlarımızı, o kadar çok kalacağız geleceğe…
Yakınıp sızlanmalarımız kalmayacak yarına; mücadelemizden kalan zaferleri taşıyacağız geleceğe. Ama öyle boş yere birbirimizden hesap sormakla da olmayacak bu. Ne kadar ayrı düşürmeye çalışsalar da bizi, umudun tutkalı bir arada tutacak bizleri…
Daha çok bir araya gelmemiz gerekiyor bizim; daha çok sohbet etmemiz, daha çok tiyatroya ve sinemaya, baleye gitmemiz gerekiyor, daha çok okumamız; ama en önemlisi, birbirimizi daha çok dinliyor olmamız gerekiyor…
Her şeye karşı tahammül sınırlarımız asgari düzeye inmişken, birbirimize karşı toleransımızın seviyesini azamiye çıkarmamız gerekiyor…
O kadar dinlemiyoruz ki birbirimizi, çoğu zaman aynı cümleleri kurduğumuzun bile farkına varamıyoruz. Halbuki ne kadar zengin bir dille konuşuyoruz… Farklı kelimelerle aynı cümlelerin kurulabildiği kaç dil vardır ki yeryüzünde yaşayan?
Bir de tabi her dilde farklı olan ama anlamları aynı olan o güzel kelimelerin peşinden koşmayı bırakmamak gerekiyor: Sevgi, huzur, barış… Amaç sadece kelimeleri kovalamak değil; onların ifade ettiği durumları hâkim kılabilmek…
Her ne kadar insanlık tarihi damarlarında akan kanla yazılıyor olsa da, geçmişin öğrettiklerinin –zaman zaman da olsa- gerçekleştirilebilir olduklarını her gün tekrar tekrar hatırlamamız gerekiyor…
Dünya ne kadar kirlenmiş olursa olsun, vazgeçmek bir seçenek değildir. Önce kendi kapımızın önünü temizlemekle başlamalıyız her
şeye; yine ve yeniden…
Kimin neye ne kadar duyarlı olduğunun klavye başından sorgulandığı şimdiki zamana temiz bir sayfa açmakla başalayabiliriz mesela…
Şu aralar herkesin klavyesinden bir mermi gibi fırlatılan bir soru var: “Sanatçılar nerede?”
Her yerde arkadaşım! Yazdıkları kitapların sayfalarındaki mürekkepte, çaldıkları enstrümanların tellerindeki titreşimde, sahneye koyduklarındaki eserlerin her bir ‘an’ında, yaptıkları heykellerin kıvrımlarında… Kafanı kaldırıp ekrandaki hipnotizmadan arınırsan göreceksin; en az senin kadarlı duyarlı onlar da olan biten tüm zulme ve haksızlığa! Eğer kuşanılacak bir silah varsa, ‘sanatçı’ tüm duygularıyla her zaman er meydanında; hem de olanca çıplaklığıyla… Duygularını kuşanıp, derdini anlatabilmenin her türlü yolunu aramaya çalışmakla geçiyor onun da hayatı… Senin kurduğun cümlelerin yetmediği noktada, o hep yeni diller geliştirmeye çalışıyor karşısındaki sisteme karşı; “Belki bu sefer anlatabilirim” diye sınırlarını zorluyor hep… Karşısındakinin anlamadığından dem vurmayıp, kendisinin anlatamamış olması ihtimali üzerinden yeni iletişim biçimleri keşfetmeye çalışıyor!
Yani arkadaşım, anlayacağın, sen-ben yok; BİZ var! Ne kadar birbirimizin yanında olursak, ne kadar birbirimizi dinleyip anlamaya çalışırsak o kadar gür çıkacak sesimiz… Yoklama alır gibi birbirimize “Neredesin?” diye soru sormaktan vazgeçtiğimiz gün, bir çığ gibi büyümeye başlayacağımız gün olacak… O zaman da öyle bir çığ olacak ki, altında kalan sadece karanlık ve kanlı günler olacak…