Sabah 06:55
“İnsanlar koşturarak işlerine yetişiyor sabahın daha aydınlanmayan saatlerinde, memlekette her şey yolunda gibi koşturuyorlar.
İş yerlerindeki sohbetleri duyar gibiyim. Gündelik alışverişler, yeni çıkan markalar, arabalar televizyon programları ve sonra çok kısık hatta duyulmayan sesle –ne olacak bu memleket?- diyorlar, o kadar.
On beş gündür evden çıkmıyorum hatta artık evden çıkmak istemiyorum; sokağın sonundaki bakkaldan ve arkadaşların getirdiği malzemelerden kendime sığınak yaptım. Televizyonu karşı komşum olan öğrencilere hediye ettim. Evdeki tüm fazlalıkları yavaş yavaş düzenli olarak geçen hurdacılara satıyorum. Kıyafetlerimi, belediyeleri arayıp dağıtmaya başladım. Sadece radyo açık evde.
O gün doğan ünlülerin, olan olayların ve diktanın gün gün artan vahşiliğini dinliyorum. Geçenlerde bir programda genç ve hevesli bir kadın öfke ile haykırıyordu: – Bizi bu ülkeden kovmak istiyorlar, başaramayacaklar! – Kendinden o kadar emin ki, adını hatırlamak istedim bugün ve ona mektup yazmak. Bir tarafın bildiği diğer tarafın yeni tanıdığı bu –ikinci sınıf- olma hâlinden dolayı yaşanan buhranlar arasında duruyorum, gücüm kalmadı galiba.
Kalkıp kütüphaneden bir kitap seçiyorum, Nazım Hikmet’in kitabı geliyor elime, herhangi bir sayfayı açıp yüksek sesle okuyorum;
Hava kurşun gibi ağır!!
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun
kurşun
erit-
-meğe
çağırıyorum…
O diyor ki bana:
— Sen kendi sesinle kül olursun ey!
Kerem
gibi
yana
yana…
«Deeeert
çok,
hemdert
yok»
Yürek-
-lerin
kulak-
-ları
sağır…
Hava kurşun gibi ağır…
Ben diyorum ki ona:
— Kül olayım
Kerem
gibi
yana
yana.
Ben yanmasam
sen yanmasan
biz yanmasak,
nasıl
çıkar
karan-
-lıklar
aydın-
-lığa..
Hava toprak gibi gebe.
Hava kurşun gibi ağır.
Bağır
bağır
bağır
bağırıyorum.
Koşun
kurşun
erit-
-meğe
çağırıyorum….. ( 1930 Mayıs)
Kitabı kapatıp tekrar ediyorum –bağır, bağır, bağır, bağır, bağır, bağır, bağır, bağır – Sonra mutfağa geçip akşamdan kalma çayı ısıtıyorum, bayatlamış ekmeğe bakıp içine koyabileceğim bir şeyler arıyorum, buzdolabı bomboş fişini çekiyorum.
Saatime bakıyorum saat 7’ye geliyor. Evin kalan son dolu alanlara bakıp arka odada istiflenen mukavva kutularını getiriyorum salonun ortasına. Kitapları tek tek yerleştirirken içlerini kontrol ediyorum, içinden notlar çıkıyor, bazı sinema biletleri, neden o kitabın arasına saklandığını bilmediğim bir çok ıvır zıvırı atıyorum.
Şiir kitaplarını, hikâye ve romanları, oyun kitaplarını ayrı ayrı yerleştiriyorum. Aylar önce karar verdiğim köy okullarına yollamak için adresleri yazıyorum üzerine, içine notlar düşmeli miydim acaba? Sonra oturuyorum, kendime ayırdığım tek kitabın ilk sayfasını açıyorum; Rosenbergleri elektrikli sandalyede idam ettikleri yaz; garip, boğucu bir yazdı ve ben New York’ta ne aradığımı bilmiyordum.*”
*Sylvia Plath – Sırça Fanus